KUR’ANI KERİM VE MEÂL
Kur’an-ı Kerim
Kur’an-ı Kerim, Allah’ın kelamıdır. İnsanlığı dünya ve ahiret mutluluğuna ulaştırmak için son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’e Arapça olarak Cebrail aracılığıyla vahyedilmiştir. Hz. Peygamberden itibaren nesilden nesile tevatür yoluyla nakledile gelmiştir. Okunmasıyla da ibadet edilen bu ilâhî kelam eşsizdir. Onun bir benzeri ortaya konulamamıştır, konulamaz.
Kur’an-ı Kerim evrenseldir. İlâhî kitapların sonuncusudur. Kıyamete kadar insanlığa yol gösterecek yegâne ilâhî kitaptır. Allah, Kur’an-ı Kerim’i bizzat kendi korumasına almıştır. Onunla, daha önce indirdiği ilâhî kitapların geçerliliğine son vermiştir. Zaten Kur’an’dan önce indirilen ilâhî kitaplar insanlar tarafından tahrif edilmiş bulunuyordu. Nitekim, önceki ilâhî kitapların tahrifedildiği bizzat Kur’an tarafından ifade edilmektedir. (Nisâ sûresi, âyet, 46; Mâide sûresi, âyet, 13, 14; Bakara sûresi, âyet, 85)
Kur’an-ı Kerim, kendinden önceki diğer ilâhî kitaplarda da yer alan, Allah’a, peygamberlerine, kitaplarına, meleklerine, ahiret gününe, her şeyin Allah’ın takdir ve yaratmasıyla olduğuna iman; canın, malın, neslin, aklın ve dinin korunması gibi, dinin temel esaslarını yeniden ortaya koymuş, onlardaki gerçekleri tasdik etmiş, tahrif edilen hususları da düzeltmiştir.
Esas itibariyle, peygamberler tarafından insanlara tebliğ edilmiş olan dinin temel prensiplerinde değişiklik yoktur. Fakat zaman ve mekânın, sosyal şartların değişmesine paralel olarak ibadet şekillerinde ve bazı hükümlerde birtakım değişiklikler olmuştur. Allah, bir peygamberin getirdiği dinde olmayan bazı hükümleri, daha sonraki bir peygamberin dininde ortaya koymuştur. Önceki peygamberlerin getirdiği bazı hükümleri sonradan gönderdiği peygamberlerle ortadan kaldırmıştır.
Kur’an-ı Kerim’in içerdiği temel hüküm ve prensipler kıyamete kadar geçerlidir. Bunlar, zaman, mekân ve diğer şartlara bağlı olmaksızın süreklilik arz ederler. Her çağ ve toplumdaki Müslümanlar için yönlendirici ve bağlayıcı niteliktedirler.
- Kur’an-ı Kerim’in Nüzûlü, Yazılışı, Ezberlenişi ve Mushaf Haline Getirilişi
Kur’an-ı Kerim, vahiy yoluyla son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’e yaklaşık 23 sene zarfında nazil olmuştur.
Hiçbir semavî kitaba nasip olmayan muazzam bir itina ve koruma ile tesbit edilmiştir. Bunun için Hz. Peygamber, birçok vahiy kâtibi edinmiş, âyetler nazil oldukça, vahiy kâtiplerine; hangi âyet, Kur’an-ı Kerim’in içinde hangi sûrenin neresine yerleştirilecekse, o şekilde talimat vererek yazdırmıştır.
Her âyet nazil oldukça vahiy kâtipleri onu bizzat Hz. Peygamber’den alarak yazmışlar, sahabilerden birçoğu da inen âyetleri hemen ezberlemişlerdir.
Daha sonra gelen her nesilde binlerce Müslüman Kur’an’ı ezberlemeyi gelenek hâline getirmişler ve bunu titizlikle sürdüre gelmişlerdir.
Nazil olan âyetler, o günün yazı malzemeleriyle yazılıyor ve bunlar özenle muhafaza ediliyordu.
Hz. Peygamber’in sağlığında bu şekilde tespit edilen Kur’an-ı Kerim, Hz. Ebubekir zamanında, vahiy kâtiplerinden ve en iyi hafızlardan oluşturulan bir kurul tarafından hem hafızalardan hem de yazılı metinlerden kontrol edilerek titiz bir şekilde iki kapak arasına alınmak suretiyle Mushaf hâline getirilmiştir.
Hz. Osman döneminde ise, Hz. Ebubekir zamanında iki kapak arasına alınan Mushaf çoğaltılarak o dönemin büyük İs lâm merkezlerine gönderilmiş, bir tanesi de Halifenin nezdinde kalmıştır.
- Sûreler ve Âyetler
Kur’an-ı Kerim, 114 sûreden oluşmaktadır. Bunların ilki “Fâtiha”, sonuncusu “Nâs” sûreleridir.
“Sûre”, kelime anlamı itibariyle yüksek makam, mevki, şan, şeref, alamet, bir şeyi diğerinden ayıran engel gibi anlamlara gelmektedir. Terim olarak ise sûre, Kur’an’ın, en az üç âyet içeren ve özel bir adı bulunan, kısımlarından yani âyet gruplarından her biridir.
Âyet kelimesi sözlükte alamet, nişan, ibret, mucize, açık delil gibi anlamlara gelir. Terim olarak ise, sûrelerin içinde yer alan, baş tarafı ve son tarafı belirlenmiş harf, kelime, cümle veya cümleler grubuna denir. Âyetlerin çoğu bir veya birkaç cümleden oluşurlar. Ancak kendi başına bir cümle oluşturmayan âyetler de vardır.
- Kur’an-ı Kerim’in Mûcizeliği
Kur’an-ı Kerim, son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’in en büyük mucizesidir. O şiir olmadığı gibi nesir de değildir. Kendine özgü üslûbu olan ilâhî bir nazımdır. İlk hitap ettiği toplumun dilini, herkesin bildiği anladığı kelimelerle öylesine güzel ve tatlı bir şekilde kullanmıştır ki, İslâm’ın en azılı düşmanları bile onu dinlemekten kendilerini alamamışlardır.
Kur’an-ı Kerim, nazil olurken Arap edebiyatı zirve dönemini yaşıyordu. Kur’an-ı Kerim, o günün şairlerine ve ediplerine çağrıda bulunarak şöyle meydan okudu:
“Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimiz (Kur’an) hakkın da bir şüphede iseniz, haydin onun benzeri bir sûre getirin ve eğer doğru söyleyenler iseniz, Allah’tan başka şahitlerinizi çağırın (ve bunu ispat edin).” (Bakara sûresi, âyet, 23)
Kur’an-ı Kerim’in bu meydan okuyuşu karşısında en bü yük Arap şairleri ve edipleri âciz kalmışlardır. Çünkü o Allah kelamıdır, eşsizdir. Onun icazına ve belagatına insan gücünün yetişmesi mümkün değildir. Kur’an’ın bu meydan okuyuşu, kıyamete kadar sürecektir.
Kur’an-ı Kerim’in eşsizliğini ortaya koyan bildiğimiz, bilmediğimiz pek çok özelliği bulunmaktadır. Nazil olurken, gelecekte vuku bulacağını açıkladığı bazı olayların, haber verdiği şekilde gerçekleşmesinin tarihen sabit olması; insanlığın, hakkında hiç bilgi sahibi olmadığı bazı hususlarda bilgiler vermesi; insanın yaratılışı ve bir takım kâinat olaylarının meydana gelişi gibi bazı ilmî gerçeklere ilişkin işaret ve ifadelerinin ilmen doğrulanması, onun Allah’ın sözü olduğunu ve eşsizliğini ortaya koymaktadır.
Tercüme ve Meâl
Kur’an-ı Kerim’in çağrısı tüm insanlara yöneliktir. İnsana, maddî, manevî, bireysel ve toplumsal her alanda rehberlik eder. Getirdiği birey ve toplum modelinin gerçekleşmesi için prensiplerinin hayata geçirilmesini, bunun için de okunup anlaşılmasını ısrarla ister. Kur’an’ı okumaya teşvikin temel amacı, insanların, ilâhî kelam ile ilişkisini sürekli ve bilinçli hâle getirmektir. Namazda Kur’an’dan belli miktarı okumanın farz olması da bu amaca yöneliktir.
Kur’an’ın “doğru yola iletme” hedefinin gerçekleşmesi için onun, dili Arapça olmayan toplumlarca da anlaşılmasını sağlamak gerekmektedir. Bunun en pratik yolu da, ya Kur’an’ın içeriğini belli konu başlıkları altında anlatan sistematik kitaplar yazmak, ya da Kur’an’ı öteki dillere tercüme ve tefsir etmektir. Öteden beri ağırlıklı olarak başvurulan yol, birinci yol, yani kitap hazırlama yöntemi olmuştur. Zira bu yol, Kur’an’ın getirdiği nizam hakkında pratik bir yoldur ve her düzeyden insanın gerekli bilgilere kolayca ulaşmasını sağlayacak niteliktedir. Bununla birlikte okuyucunun Kur’an’ın içeriği ile birebir buluşması açısından tercüme çok önemlidir. Nitekim ilki, hicrî IV. asırda Farsçaya olmak üzere, Kur’an’ın çeşitli dillere yapılmış birçok tercümesi bulunmaktadır.
- Tercüme
Tercüme, bir sözün anlamını başka bir dilde dengi bir sözle aynen ifade etmektir. Oysa bir dil den bir başka dile çeviri yapılırken ifade ve metinlerin manalarını ve inceliklerini tam olarak aktarmak mümkün olmamaktadır. Çünkü gerek dillerin kapasite, yapı ve edebî sanatlar yönünden birbirine denk olmayışı, gerek mütercimin kapasitesinin yetersizliği, tam bir tercümenin ortaya konmasını son derece zorlaştırmaktadır. Bu zorluk, çevrilecek metnin niteliği ve edebî üslubunun üstünlüğü oranında daha da büyür. Bu sebeple, tercüme edilen metnin lafızlarından veya manalarından ya da her ikisinden bazı fedakârlıklarda bulunmak kaçınılmaz olur. Zira mütercim ile tercüme dilinin eksikliğinden kaynaklanan engellerin bulunmayacağı durumlar olsa bile, dillerin ve dilleri konuşan kimselerin kendilerine has anlatım ve üslupları, duygu ve heyecanları vardır ki bunların başka dillerde kelime ve ifadelerle anlatılması mümkün değildir.
Bu açıdan bakınca Kur’an-ı Kerim gibi mucize bir kelamın bir başka dile eşdeğer bir ifadeyle çevrilmesi imkânsızdır. Dolayısıyla bir Kur’an-ı Kerim tercümesi, ne kadar mükemmel olursa olsun, yine de yetersiz kalır.
- Meâl
Meâl, bir şeyin özü, hulâsası, varacağı sonuç demektir. Kur’an-ı Kerim’in hiçbir dile tam bir çevirisi yapılamayacağı için, onun çevirilerine meâl denmektedir. Yani meâl, Kur’an nazmının eksiksiz bir aktarılışı değil, sonuç itibariyle mütercimin, Kur’an nazmından anladığı şeydir. Dolayısıyla hiçbir meâl ne kadar mükemmel olursa olsun, Kur’an hükmünde değildir. Bunun içindir ki meâller, Kur’an’ın insanlar üzerinde bıraktığı inanılmaz etkiyi hiçbir zaman gösterememektedirler.
İlk hitap ettiği toplumun konuştuğu dilin kelimelerinden seçilerek hiçbir beşerin güç yetiremeyeceği bir ahenkle dizilip en güzel nağmelerle dokunan Kur’an nazmının, o insanlara hitap ederken kurduğu zihinsel ve duygusal iletişimi, meâller asla kuramamaktadır. Böyle bir iletişimin kurulması şöyle dursun, meâllerle normalde âyetlerin metin olarak muhtevasını düzgün bir şekilde aktarmak bile mümkün değildir. Çünkü bazen bir âyete, hepsi de doğru olmak üzere birçok meâl verilebilmektedir. Aynı şekilde Kur’an nazmında çeşitli manalara gelebilen ortak anlamlı pek çok kelime vardır.
Bu anlamların hepsi meâle alındığı takdirde meâl, tefsire dönüşmektedir. Alınmadığında ise meâl, âyetlerin ve âyetlerde geçen bazı kelime ve kavramların anlamlarını daraltmış olmaktadır. Bunun yanında meâllerde Kur’an-ı Kerim’in mucizeliği, edebî güzelliği, ses ve üslûp özellikleri ve belagatı yansıtılamamaktadır. Bu yüzden ruhları coşturan, aklı ve düşünceyi fetheden, kalpleri tesiri altına alan Kur’an’ın etkileyici ve canlı üslubu, meâllerde yerini kuru bir metne bırakmaktadır.
İşte bu sebeple, Kur’an’ın mesajının insanların zihinlerine ve kalplerine etkili bir şekilde ulaştırılabilmesi ancak sağlam ve güvenilir tefsirlerle mümkün olabilir. Çünkü âyetlerin içerdiği bütün anlamlar meâllere sığmaz. Bu yüzden Kur’an’ı doğru ve daha iyi bir şekilde anlamak isteyenlerin, ya bizzat kendilerinin Arapçayı iyi bilip tefsir metodolojisine vakıf olmaları, ya da güvenilir tefsirlerden yararlanmaları gerekir.
Kur’an-ı Kerim, şüphesiz apaçık ve anlaşılır bir kitaptır. Onun âyetlerinden pınardan suyun fışkırdığı gibi birçok manalar fışkırır. Mütercim ondan bir mana anlar ve onu aktarır; fakat onun anladığı manadan başka manalarda âyetlerde kendini göstermeye devam eder. Demek ki meâller Kur’an âyetlerinden bir veya iki mana aktarsa da, âyetlerden anlaşılabilecek daha pek çok manalar kalabilmektedir. Bu yüzden okuyucu, Kur’an’ı meâllerle ölçmeye kalkmamalıdır. Kur’an bu meâllerden ibaret değildir. Meâller itinalı ve doğru yapılabildiği takdirde yalnızca Kur’an’dan anlaşılan manalardan birer demettir. Âyetlerin içerdiği itikâdi, ilmi, hukuki, sosyal, ahlaki, tarihi ve benzeri daha nice hikmet dolu hükümlerin doğru bir şekilde anlaşılabilmesi ise, mutlaka güvenilir tefsirlere ihtiyaç hissettirmektedir.
Bir meâl ne kadar mükemmel olursa olsun Kur’an değildir. İşte bu sebeple tefsirlere müfessirlerin yorumlarının karıştığı, bundan dolayı tefsirleri bir kenara bırakarak Kur’an-ı Kerim’i doğrudan meâllerinden anlamak gerektiği yolundaki iddialar gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü meâller Kur’an’dan mütercimin anlayabildiği kadar bazı şeyleri aktarabilirse de Kur’an’ın mesajını hakkıyla ortaya koyamaz.
Bu söylediklerimizden, Kur’an’ın meâlinin yapılmaması gerektiği sonucuna varılmamalıdır. Bütün bunlar, meâllerin Kur’an-ı Kerim’in yerine konamayacağını anlatmak içindir. Yoksa Kur’an-ı Kerim’den yararlanmak noktasında elbette meâllere ihtiyaç vardır.
Allah tarafından son peygamber Hz. Muhammed(s.a.s.)’e, ilk hitap ettiği toplumun dili Arapça ile nazil olan Kur’an-ı Kerim’in mesajını öğrenmek, her Müslümanın hakkı ve vazifesidir. Arapça bilmeyenler için Kur’an’ı Kerim eskiden beri birçok dile tercüme edilegelmiştir.
Türkler de Müslüman oldukları dönemden itibaren Kur’an’ı anlamak için tercümeler yapmışlardır. İlk tercümeler kelime kelime (satır arası) yapılan tercümelerdir. İlk Türkçe tercüme de Uygur Türkçesiyledir. Meâl ve tefsir çalışmaları Cumhuriyet döneminde hız kazanmıştır.
Yüce Rabbimizin bütün insanlığa son kitabı ve ebedî hitabı olan Kur’an-ı Kerim, sadece Araplar ve Arapça’yı bilenler için değil, bütün insanları dalâletten korumak, onlara hakkı ve hakikati öğretmek, hidayet ve gerçek saadet yolunu göstermek için indirilmiştir. Bunun gerçekleşebilmesi içinde, Kur’an-ı Kerim’in bildirdiği ilâhî gerçek ve öğütlerin bütün insanlığa tebliğ edilmesi, herkes tarafından öğrenilmesi, anlaşılması, üzerinde düşünülmesi, kavranması ve kalplere yerleşmesi gerekir.
Kur’an Okumak
Müslümanlar baştan beri Kur’an-ı Kerim’i gereği gibi okumak, anlamak ve hayata geçirmek için büyük çaba göstermişlerdir. Bu çabaların sonucunda, Kur’an’ı okumaya yönelik olarak kıraat ilimleri, anlamaya yönelik olarak da tefsir ve tefsire ilişkin ilimler ortaya çıkmış ve gelişmiştir.
Bu verimli çalışmalar, asırlar boyu süre gelen Kur’an ilimlerine ve tefsire ilişkin daha sonraki çalışmalara ışık tutmuş ve temel teşkil etmiştir. Bundan sonra da aynı fonksiyonu sürdürecektir. Bu temele dayalı olarak gün geçtikçe Kur’an-ı Kerim yeni yeni işaretler ve mesajlar vermeye ve daha nice hakikatleri yansıtmaya devam edecektir.
Kur’an’ı okurken şu hususlara özellikle dikkat edilmelidir:
Kur’an-ı Kerim’de tek başına anlaşılabilecek pek çok âyet bulunmakla birlikte bazı âyetlerin, mutlaka Kur’an’ın bütünlüğü içinde ele alınması zorunludur. Birbirini açıklar mahiyetteki âyetler, birlikte göz önüne alınmadığı takdirde, yanlış ve eksik anlamalar söz konusu olabilir. Bu yüzden birbiriyle bağlantılı âyetler, mutlaka birlikte değerlendirilmelidir.
İkinci olarak, Hz. Peygamber’in Kur’an’ı anlayış ve hayata geçirişine bakmak gerekir. Herhangi bir âyet hakkında ondan sahih bir açıklama gelmişse; âyetikerime, öncelikle bu doğrultuda anlaşılmalıdır. Âyetler, Resûlullah’ın anlayış ve açıklamalarına aykırı düşecek bir şekilde yorumlanamaz. Kur’an Sünnet bütünlüğü açısından bu, son derece önemlidir. Zaten bazı âyetlerin doğru anlaşılabilmesi, ancak Hz. Peygamber’in tefsir ve uygulamasıyla mümkün olabilmektedir.
Kur’an-ı Kerim’i doğru ve güzel bir şekilde anlayıp yorumlayabilmek için, İslâm’ın ilk üç kuşağının anlayış ve açıklamalarını da dikkate almak gerekir. Çünkü ilk kuşak (Sahabe), Kur’an’ın nazil oluşuna ve Hz. Peygamber’in onu anlayış ve hayata geçirişine tanık olan nesildir. İkinci kuşak (Tabiin) ise, bu ilk kuşakla içiçe yaşayan ve Resûlullah’ın Kur’an’ı nasıl anlayıp tefsir ettiğini ve nasıl hayata geçirdiğini onlardan aktaran nesildir. Üçüncü kuşak olan “Tebeü’t-Tabiin” ise ikinci kuşağın öğrencileridir.
Bu üç kuşak, âyetlerin nüzul sebeplerini bildiklerinden, âyetlerin öncelikli bağlamlarını da çok iyi tanımaktadırlar. Âyetlerin doğru anlaşılmasında indiriliş sebeplerinin gözönünde bulundurulması ise, son derece önemlidir.
Bunlara ilaveten, Arapça’yı çok iyi bilen, güvenilir dil bilginlerinin açıklamalarına bakılır. Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasında izlenen ve bütün ilim adamlarınca kabul edilen temel yöntem, budur. Kur’an’ın doğru ve güzel bir şekilde anlaşılabilmesi için bu usulün izlenmesi gerekir. Yoksa bir takım yanlış ve eksik anlamalardan kurtulmak mümkün olmaz. İşte bunun için meâllerin yanında güvenilir tefsirlere ihtiyaç vardır.
Bilindiği gibi İslâm’ın ana kaynağı Kur’an’dır. Bu anakaynak, Hz. Peygamber’in Sünnetinin de dinin kaynağı olduğunu ortaya koymaktadır. Ancak burada önemli olan, Sünnetin bize sahih olarak ulaşmış olmasıdır. Bu itibarla Hz. Peygamber’in Sünneti, Kur’an’dan sonra İslâm dininin ikinci kaynağıdır. Bundan sonra ümmetin icmaı ve ilim adamlarının içtihatları gelir. Dolayısıyla herhangi bir konuda “İslâm’da şu şöyledir” diye hüküm verebilmek için belli düzeyde bir ilmî birikime sahip olmak ve dinî hükümler konusunda izlenen usulü bilmek gerekir. Bu sebeple böyle bir ilmî birikime sahip olmayanlar, yalnızca Kur’an-ı Kerim meâllerine bakarak dinî hükümler çıkarmaya kalkmamalıdırlar.
Kur’an-ı Kerim okumak, Kur’an tilaveti olarak da ifade edilir. Kur’an tilavetinin kendine has usul ve adabı vardır. Kur’an-ı Kerim, huşû içinde tane tane, kelimelerin ve harflerin hakkını vererek; düşünüp mesajını kavramaya çalışarak ve tecvid kurallarına uygun olarak okunur. Kur’an-ı Kerim’in bu şekilde okunması bizzat Kur’an-ı Kerim’in talimatıdır. Bu prensip çerçevesinde Müslümanlar Kur’an-ı Kerim’in kıraatini Hz. Peygamberden nasıl işittilerse öylece okuya gelmişler ve bu okuyuş tarzını bir emanet olarak kuşaktan kuşağa titizlikle nakletmişlerdir.
Kur’an-ı Kerim okurken son derece ihlâslı olmalı, onun Allah kelamı olduğunun bilinci içinde bulunarak bütün varlığıyla ona yoğunlaşıp zihnini başka düşüncelerden arındırmalıdır. Kur’an’ın doğrudan kendine hitap ettiğini düşünerek okuduğu âyetlerden etkilenmelidir.
Namazda Kur’an’ın orijinal nazmının dışında tercümesi veya meâli okunmaz. Zira yukarıda da belirtildiği gibi Kur’an’ın hiçbir meâli Kur’an değildir. Çünkü indirildiği lafızların dışında, Arapça bile olsa, başka sözlerle ifade edile nmana, Allah’ın kelamı değil, mütercimin ondan anladığıdır. Oysa Kur’an’ın mucizeliğ iyalnızca anlamda değildir. Bu özellik, Kur’an’ın lafızlarında da vardır. Bu sebeple Kur’anı Kerim namazda ancak aslî şekliyle ve orijinal lafızlarıyla okunur. Değişik diller konuşan bütün Müslümanların günlük ibadetleri olan namazda ortak bir özellik olarak Kur’an’ı orijinal şekliyle okumaları, evrensel bir din olan İslâm dininin mü’minler arasında vücuda getirdiği ibadet birliğinin bir tezahürü olarak kendini gösterir.
Bununla beraber bir Müslümanın enazından namazda okuduğu âyet ve sûrelerin anlamlarını öğrenmeye ve bunları anlayarak ve duyarak okumaya çalışması bizzat Kur’an’ın istediği bir husustur.
Kur’an meâlleri doğrudan doğruya Kur’an olmamakla beraber, Kur’an’dan yansımalar niteliğinde olduklarından, onları insan sözü olan diğer metinlerle bir görmemek gerekir. Bu sebeple, Kur’an’ın çeviri ve meâllerine de gerekli saygı gösterilmelidir. Çünkü Kur’an’ın aslını okumak nasıl bir ibadet ve taa tise meâlini okumak da sevap kazandırıcı bir iştir.
Elinizdeki Meâl
Kur’an-ı Kerim’i okumak, anlamaya çalışmak ve onun ışığından yararlanmak, samimi her Müslüman’ın en büyük arzusudur. Ayrıca, Kur’an’ın davet ve mesajının, tüm insanlığa doğru bir şekilde ulaştırılması, bu işe ehil olan Müslümanların görevidir.
Diğer taraftan, Kur’an-ı Kerim’in, hiç olmazsa belli bir seviyede anlaşılabilmesi için, ülkemizde, özellikle yirminci yüz yılın ikinci yarısından itibaren meâllere karşı ilgi ve talep yoğunlaşmıştır. Bu ilgi ve talep, piyasaya birçok meâlin çıkmasına sebep olmuştur. Bunların içinde, gerekli özen gösterilerek hazırlananların oranının düşük olduğunu söylemek yanlış olmaz. Belkide bu sebepten, haklı olarak halkımız, yukarıda sözünü ettiğimiz talebi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın karşılamasını arzu etmektedir.
1930’lu yıllarda Elmalılı Muhammed Hamdi YAZIR’ın “Hak Dini Kur’an Dili” adlı değerli eserini neşrederek çok önemli bir hizmeti yerine getirmiş olan Diyanet İşleri Başkanlığı, daha sonra ilk baskısı 1961 yılında yapılan “Kur’anı Kerim ve Türkçe Anlamı (Meâl)” adlı Kur’an meâlini neşretmiştir. Birçok baskısı yapılan bu meâl, 1990’lara kadar Başkanlığın meâli olarak hizmet görmüştür. Başkanlıkça bu meâlin basımını sürdürme imkânı kalmayınca; Diyanet İşleri Başkanlığı, halktan gelen yoğun talebi de göz önüne alarak, yeni bir meâl hazırlamaya karar vermiştir. İşte, Din İşleri Yüksek Kurulu’nca hazırlanan elinizdeki meâl, Başkanlığın yerine getirmesi gereken bu önemli görevi ifa etmek ve halkın bu konudaki yoğun talebine cevap verebilmek ümidi ve düşüncesiyle meydana getirilmiştir. Şunu özellikle belirtmek gerekir ki, Başkanlık, bu görevi yerine getirmeye çalışırken, daha önce defalarca belirtildiği üzere, Kur’an-ı Kerim’in hiçbir dile hakkıyla çevirisinin mümkün olmayacağının bilincindedir.
Elinizdeki meâlde mümkün mertebe sade bir dil kullanılmaya çalışılmıştır. Bazı âyetlerin meâlleri verilirken, âyetlerin daha iyi anlaşılabilmesi için, dipnotlarda, ilgili başka âyetlere atıflar yapılmıştır.
Kur’an’da birden fazla yerde geçen belli fiil, terim ve isimlerin meâllerinde birliği sağlayabilmek için, zaruret olmadıkça, aynı karşılıkların kullanılmasına özen gösterilmiştir.
Bazı âyetlere dipnotlarda kısa açıklamalar getirilmiştir.
Bilindiği gibi pek çok yerde Kur’an-ı Kerim’in kısa ve özlü bir anlatım tarzı vardır. Buanlatım tarzında, sözün uzamaması için, baz ıhususlar söylenmeden geçilir. Arapça’ya vakıf olanlar, sözün akışından, söylenmeyenleri de kavramakta güçlük çekmezler. Âyetlerin meâli verilirken, bu hususlar, ihtiyaca göre parantez içi açıklamalarla verilmeye çalışılmış, ancak parantezlerin, cümlelerin akıcılığını engellemeyecek şekilde olmasına gayret gösterilmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, İslâm dininin birinci kaynağı Kur’an-ı Kerim’in doğru anlaşılabilmesi ve anlatılabilmesi yolundaki çabaları sürmektedir ve sürecektir. Meâl konusundaki çalışmaları da elinizdeki bu meâlle noktalanmış değildir. Bu meâlin daha iyi hâle gelebilmesi için çalışmalar sürdürülürken, ehliyetli ilim adamlarının eleştiri ve tavsiyelerinin hiç şüphesiz çok büyük katkıları olacaktır.
Meâlin, Kur’an-ı Kerim’in doğru anlaşılmasında katkı sağlamasını dileriz.
Diyanet İşleri Başkanlığı